12 Ekim 2007 Cuma

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört

George Orwell’in 1984 adlı romanı ve bu romanda adı geçen Big Brother, bireyin özel hayatına devletin el koymasını anlatır: her evdeki ekran, evin tümünü odağına alır ve böylece bireyin tüm hareketleri, kim oldukları belirsiz ‘Düşünce Polisi’ tarafından gözetim altında tutulur. Romanda bu gözetleme durumu, diktatör bir yönetimin vatandaşlarına uyguladığı şiddet olarak aktarılır: devlet, vatandaşlarının kimlik sahibi olma haklarını ellerinden almış; onları manipulasyonlar, tehditler ve zorlamalarla birörnek bireyler haline dönüştürmüştür. Düşünce Polisi, dikte edilen bu birörnekliğin dışında bir hareketle karşılaştığında, ‘isyan edeni’ alır götürür; bireyin yaptığı, kanun tarafından suç olarak kabul edilmese dahi.

1984 yılı ve sonrasında, Orwell’ın hayal etmiş olduğu derecede bir kısıtlanmaya maruz kalmadık belki, ama Orwell’ın tahminlerinin yanlış çıktığını söylemek de hata olur. Yapmamız gereken, Orwell’ın romanını günümüz koşullarına uyarlamak. Ama bu da pek kolay sayılmaz: artık gözetleyen, gözetleten ve gözetlenen; düşünce polisi ve kurban konumları ve tanımları birbirlerine epey karışmış durumda.

Magazin programlarının özel hayat ticaretini önce kışkırtmaları, sonra bizi alıştırmaları ve nihayet meşrulaştırmaları, içine düştüğümüz kimlik çukurunun bir sonucu; ve biz de hiç çırpınmadan, hatta bir orgazm hali içinde gönüllü dibe batıyoruz. O kadar kolay ki bu yolla bir kimlik edinivermek... Bir puanlık ‘rating’ karşılığında, seçmece usûlüyle alınan ve sıkılınca yenisiyle değiştirilebilen bir tüketim nesnesi. Bu ticaret, hayatımızın diğer ‘sanal’ etkenleri tarafından da hararetle destekleniyor zaten: meclise devamsızlıkları yüzünden sanal saymamız gereken politikacılar ve onların bu ülkeye yabancı sanal politikaları, acısı ‘gerçekten’ çıkan sanal kaynaklı krizler; iki kelimeyi bir araya getiremeyen sanal üniversite mezunları; ekranları işgal eden, popolarını çıkara çıkara ya da kıllarını göstere göstere ‘sanatçılık işiyle uğraşan’ bir takım insanlar. Onları benimsemek, kendimize ‘idol’ kabul etmek o kadar zahmetsiz bir iş ki, hem bizim vaktimiz de yok zaten kimlik falan edinmeye, onca kalkınma planları ve batılılaşma, modernleşme çabaları arasında. Böylece, fast foodlarımızı yerken, fast kimliklerimizi de ediniveriyoruz; ve düşünce polisleri, silahla kapımıza dayanmalarına gerek kalmadan bizi istedikleri gibi gözetleyebiliyorlar. Kimse onlardan korkmuyor, hatta herkes onlara bayılıyor; çünkü onlar Orwell’ın polislerinden çok farklılar, onlar bizdenler.

Ama bir yandan da, bir şeylerin eksikliğini hissediyor gibiyiz hafiften hafiften: televizyondan değiş tokuş ettiğimiz kimlikler arada bir aksıyorlar sanki. Televizyon yapımcıları, yani yirmi birinci yüzyıl düşünce polisleri bu sorunun cevabını bulmakta gecikmiyorlar: halk artık senaryodan sıkılmış, ‘gerçek’ bir şeylerle tatmin olmak istiyor. O halde, hemen onlara masa başında ve stüdyoda mükemmel bir gerçeklik yaratılmalı, bu ihtiyaçları anında giderilmeli. Ve böylece, Big Brother/Biri Bizi Gözetliyor programı ortaya çıkıyor; kameralarla stüdyo haline getirilmiş bir eve on beş genç koyuluyor, dış dünyayla iletişim kurmaları engelleniyor. Öte yandan, dış dünya bu gençlerin hayatlarını istedikleri gibi gözetleme ve verdikleri ratingler sayesinde değerlendirme hakkına sahip, tıpkı Orwell’ın Düşünce Polisleri gibi. BBG gençleri de çok geçmeden içine fırlatıldıkları bu kısır döngünün farkına varıyorlar: dışarıdan kopuk, tamamen kendilerine ait bir hayat yaşamaları ve gerçeklik kurmaları için kondukları o evde kalmaları, dışarıdan alacakları rating’e bağlı. Böylece, kendileri gibi davranmak yerine, herkes rating getirecek bir özelliğini ön plana çıkartmaya ve kendi değer yargılarından ziyade seyircilerin değer yargılarına göre yaşamlarını şekillendirmeye başlıyor. Nitekim geçenlerde, kendileri gibi davranmak ve seyirciler tarafından yanlış anlaşılarak rating kaybetmek arasındaki çelişki, yarışmacılar arasındaki en büyük kavgaya yol açtı. Kimi yarışmacılar seyircilerin fikirlerini göz ardı etmenin gerektiğini savunurken, kimisi de bulundukları ortamın hiçbir şekilde Türkiye’yi yansıtmadığını, hareketlerinde bunu da göz önüne almaları gerektiğini savundular; ve sonunda, seyircilerin yargılarına göre davranmayan yarışmacılar oyundan atıldı.

Bu arada Show TV’nin politikası da yarışmanın ‘gerçek hayatı yansıtma’ amacını öyle bir baltalıyor ki sormayın gitsin. Yarışmacılar, aşk, nefret, rekabet ve kıskançlık öyküleriyle SHOW TV’nin bütün dedikodu-magazin programlarına konu ediliyor; atılan yarışmacılar hemen Hülya Avşar’ın programlarına çıkartılıyorlar, kendilerine 900’lü hatlar veriliyor. Başka bir deyişle, BBG programı, pompalayacak yeni yalancı kimlikler bulmakta zorlanan magazin dünyası için kaynak vazifesi görüyor; ve böylece gerçek hayat iddiaları da çöpü boyluyor. Tüm bunlar olurken, başka Düşünce Polisleri, Orwell’ınkilere çok daha fazla benzeyenler, devreye girmekte gecikmediler. RTÜK ‘Türk aile yapısına uymadığı’ gerekçesiyle ekranı karartıverdi, hatta programın tamamen yayından kaldırılması tavsiyesinde de bulundu. Şu Türk aile yapısı ne ola ki? Üyelerinin birbirleriyle konuşmadığı, dayak ve ensestin pençesinde kıvranan, aile bireylerini, özellikle de kadınları intihara sürükleyen, eski geleneklere körü körüne bağlı kalmayı kimliğini korumak zanneden aile yapısı mı? Birileri böbürlene böbürlene ‘bizim müthiş Türk aile yapımız’ dediğinde, ne tür bir kimlik anlıyoruz? Herkes aynı şeyi mi anlıyor? Herkes aynı şeyi anlamak zorunda mı?

Reha Muhtar’ın Ateş Hattı programından ortaya çıkan, herkesin kendi Türk aile yapısı anlayışını ve dolayısıyla kimliğini politik güçleri çerçevesinde ‘doğru ve gerçek’ olarak dayatmak istedikleri. Sağcı kesim cinsellik ile pornografi arasında hiçbir ayırım göremiyor; cinselliği aile ahlakına aykırı bir durum olarak değerlendiriyor ve bu şekilde aileyi cinsellikten soyutluyor. (Bu da nasıl mümkün olacaksa...) MHP milletvekili Mehmet Gül’ün, psikiyatrist Muzaffer Uyar’ın ‘gençler arasında aşk da olabilir, ne var ki’ sözüne verdiği yanıt, bu açıdan çok ilginç: ‘Aşk olabilir mi? Yapma gözünü seveyim’.

Aşksız, cinselliksiz, iletişimsiz, yukardan verilen emirleri harfiyen yerine getiren, bireyselliklerinden soyutlanmış ve bu sebeple alkışlanan kimlikler bir yanda; fosforlu kalemlerle boyanan, bir konum yerine kaçış vaat eden kimlikler bir yanda: Hangisi uyarsa!

Hiç yorum yok: