Sinema 28 Aralık 1895’te doğdu. Doğum çırpınışlarına Pariste’te Capucines Bulvarında bir bodruma biletle girmiş otuz üç seyirci tanık oldu. Sadece seyrettiler tabii, duyamadılar. Çünkü ses yoktu o zaman.
O gece Hotel Scribe’deki Grand Cafe’de Louise ve Auguste Lumiére kardeşler bir trenin istasyona girişi, paydos saati fabrikadan çıkan işçiler gibi o zamanın şartlarını göz önüne alırsak ilginç sayılacak olaylardan oluşan 20 dakikalık bir program sundular. Sulanan Bahçıvan adlı bir komedi bile vardı. Kendi hortumuyla ıslanan bir bahçıvan, gıdıklayan türde komiklikler.
Böylece Lumiére kardeşler “sinemanın babaları” anılmaya başladı. Çok da uymuştu doğrusu, bundan daha iyi bir unvan bulunamazdı herhalde. Ne var ki bu unvanı onlara vermekle Alman Max Sklandowsky’ye de biraz haksızlık edilmemiş değildi.
1 Kasım 1895’te Max Sklandowsky ile kardeşi Emil, Berlin’deki Wintergarten’de kendi filmlerini sunmuşlardı. Aygıtların tasarımını Max Sklandowsky yapmıştı. Bu nedenle, bugün bulunduğu yerden aşağıya bakıp Lumiére kardeşlere yapılan övgüleri duyduğunda biraz içerliyordur beklide. Bu işi yaklaşık iki ay daha önce yaptığına göre icat etmiş olma onuru O’na, eğer sayıyı arttırmak isterseniz bir de Emil’e ait değil mi aslında?
Ama sinema tarihçilerinin büyük çoğunluğu Lumiére kardeşlerden yana. Sklandowsky’nin aygıtları gerçek anlamıyla bir projeksiyon makinesi değil, sürekli hareketli resimler yerine görüntüleri ardı ardına gösteren genellikle daha kaba bir aygıt olarak nitelendiriliyor.
O halde zafer Lumiére kardeşlerin diyebilir miyiz acaba?
Başarılı olan her şey gibi sinemanın da birden çok var ve bunların hiçbiri tek başına babalık iddiasında bulunma hakkına sahip değil. Lumiére kardeşler şüphesiz kamera ve projeksiyon makinesini birleştiren sinematografiyi geliştirmekle büyük bir atılım yapıp bu yarışta öne geçmişlerdi ama Fransızlar bile sinemanın tek mucidinin onlar olduğunu iddia edemezler. Kaldı ki Lumiére kardeşler, rakiplerinin çalışmalarına çok şey borçludur.
Amerika’da bunun benzeri bir şey ancak 1902’de Los Angeles’te, bir şovmenin salonundaki diğer eğlence araçlarını atıp yerine koltuklar ve bir sinema gösterim makinesi yerleştirmesiyle gerçekleşti. İlginç bir rastlantıdır, on yıl sonra Los Angeles, Batı dünyasının sinema merkezi olma yoluna girecekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder